Orhan Veli’nin son aşkıydı…
Sabahattin Ali’nin ilk aşkı…
İlk kavalyesi Necip Fazıl…
Samet Ağaoğlu’na göre “Rönesans gibi kadın”,
Cemal Süreya’ya göre “Bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın, hatta cumhuriyet gibi kadın”
Eşi Arif Damar da şiir yazdı ona, Can Yücel de…
Öğrencisi Gülten Akın da dizelerle anlattı onu, Sabahattin Ali de…
Yahya Kemal’le de yemek yiyip sohbet etmişliği var, Küçük İskender ile de…
Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiirini ilk o okudu.
“Gün Olur” şiirini de, “Tren Sesi” şiirini de…
Sabahattin Ali “Eskisi Gibi” şiiriyle seslendi ona Yozgat’tan…
Platonik bir sevdayla kavrulan Sabahattin Ali:
“Başkalarına gülsem de,
Senden uzakta kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum” diye sesleniyordu ona dizeleriyle…
Can Yücel; “Dizinin altındaki o kara ben kadar güzel bir Ben, sevgiden.” diyordu onun için yazdığı şiirinde.
Bir dönem evli kaldığı eşi Arif Damar “Od” şiirinde;
“Kulağımı çınlatan, aşımı kotaran, söküğümü diken
Od düşer su serpersin içime
Şaşırsam seni duyarım
Deniz kıyılarısın ağustos güneşinde” diyordu onun için…
“Ben Orhan Veli” şiirinde şairin;
“Bir de sevgilim vardır pek muteber;
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun” diyerek gizlediği kadındır Nahit Hanım…
***
Nahit Hanım edebiyat tarihimizin bence en dikkate değer kişilerinden biri. Edebiyatçıları, özellikle şairleri bu kadar etkileyen, şahsına bu kadar şiir yazılan başka birine ben rastlamadım açıkçası.
Nahit Hanım aslında yakın zamanda Orhan Veli’nin kendisine yazdığı mektupları içeren “Yalnız Seni Arıyorum” kitabıyla gündeme gelmişti. Fakat o kitap sadece Orhan Veli ile yaşadığı aşka ışık tutuyor. Oysa Nahit Hanım edebiyat çevrelerinde çok iyi tanınan, birçok şairi derinden etkilemiş bir karakter. Onun adına yazılmış bir kitap yok, ben bulamadım, zaten kendisi de anılarını yazmayı hiç düşünmemiş. Ölmeden birkaç yıl önceki röportajında “Nahit Hanım kim?” sorusuna “Beni bilen bilir, Nahit Hanım dersin o kadar…” diyor.
***
1909-2002 yılları arasında yaşadı Nahit Gelenbevi. Eğitimciydi. Felsefe eğitimi aldı ama edebiyat öğretmenliği yaptı uzun yıllar boyunca. İlk eşi de bir eğitimciydi: Halil Vedat Fıratlı. Halil Fıratlı Yahya Kemal’in öğrencisiydi ve kendi öğrencilerinden biri de Orhan Veli’ydi.
Orhan Veli ile Nahit Hanım bir sonbahar günü Boğaziçi vapurunda tanıştılar. Orhan Veli ona yayınlanmamış şiirlerinden oluşan iki defter verdi ve kendisi öldükten sonra yayınlamasını rica etti. Nahit Hanım da ona kendisinin daha çok şiirler yazacağını ve yayınlayacağını söyledi. Aralarında başlayan dostluk aşka dönüştü. Nahit Hanım Ankara’da, Orhan Veli İstanbul’da yaşıyordu. Mektuplarla yaşanan bir aşktı onlarınki.
Orhan Veli ilk mektubunda Tren Sesi şiirini yolladı ona ve sonra diğerlerini okudu. Şimdi çoğunu ezbere bildiğimiz şiirlerin ilk okuruydu Nahit Hanım. 1950’de şairin ölümüne kadar devam etti bu ilişkileri. O yüzden Nahit Hanım Orhan Veli’nin âşık olduğu kadın olarak bilinir.
***
Oysa bu tanımlama onu küçülten bir tanımlama bence. Çünkü kendisi edebiyat çevrelerinde çok iyi tanınan, dostlukları bulunan, “Cuma Sofraları” adıyla evinde edebiyat toplantıları düzenleyen çok etkili bir figürdür edebiyat dünyasında.
Cemal Süreya, “Bir törendir Nahit Hanım’a gitmek” diyor. Kimler yok ki o edebiyat sohbetlerinde? Sabahattin Ali, Peyami Safa, Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Sabahattin Eyyüboğlu, Ece Ayhan, Cahit Sıtkı…
Cemal Süreya’nın dediği gibi, “bir sanat albümü gibidir evi”…
Edebiyat dünyasından sadece Orhan Veli ile bir aşk ilişkisi oluyor, bir de daha sonra evleneceği Arif Damar ile. Şairleri gerçekten çok etkilediğini görüyoruz. Yukarıda sıraladığım gibi birçok şair, öğrencisinden dostlarına, sevgililerine kadar ona şiirler yazmış. Tam bir ilham perisi…
Sabahattin Ali ilk gençlik yıllarında tanışıyor onunla ve Yozgat’ta öğretmenlik yaparken de ona mektuplar yazıyor. Aşkına karşılık bulamayınca da Ben Gene Sana Vurgunum diye bildiğimiz, şarkısı da çok güzel olan “Eskisi Gibi” şiirini yazıyor.
Gülten Akın’ın öğrencisi olarak öğretmenini anlattığı “Nahit Hanım” şiiri de çok etkileyici gerçekten.
Can Yücel’in başlığı çok uzun olan bir şiiri var: “Necati Başladı Madem Anlatmaya, Kırıldı Bu Sansür, Ben de Konuşmaya Başlayabilirim Nihayet”. Bu şiirde Nahit Hanım’ı anlatıyor Can Yücel ve sonunda şöyle diyor şiirin:
“Ben de ondan bundan değil,
Nahit Hanım’la Orhan Veli’den
Başladım şiire ve sevişmeye.
Sırf Orhan’ın başlattığı o Aşk Resmi Geçit’i
Yarım kalmasın diye”
***
Aşk Resmigeçiti şiirini bilirsiniz. Orhan Veli sevgililerini anlatır o şiirde, birincisi, ikincisi diye devam eder. Şair 1950 Kasımında öldüğünde, cebinden diş fırçasına sarılı bir kâğıt çıkar. Kâğıtta henüz bitirmediği o şiirin son bölümü vardır, sonuncu sevgilisini anlattığı…
İşte o sonuncu sevgili Nahit Hanım’dır.
“Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.”
Edebiyatın Haziran Mezarlığı, Sayfa 27-30. Altınordu Yayınları. 2. baskı
Köy meydanından mezarlığa uzanan yol, derin bir sessizlik içindeydi. Toprak yolda ilerlerken toz kaldıran yüzlerce ayaktan çıkan kahverengi sesler, o koyu sessizliği bölmek şöyle dursun, daha da derinleştiriyor, perçinliyor, kökleştiriyordu. Atılan her adım yerden göğe etrafta ne varsa hepsini bastırıyor; kadınların hıçkırıklarını, erkeklerin iç çekişlerini örtüyor, kuşların havalanmasına, köpeklerin yayılıp durdukları köşelerde miskinlikten sıyrılıp kalabalığın ardına takılmalarına engel oluyordu. Kahveler boş sandalyelere emanet edilmiş, camına, “Cenazedeyim” yazısı asılmasına gerek duyulmadan bakkal, kasap, berber dükkânları kapatılmış, cami avlusu musalla taşına, meydandaki çınarın gölgesi de köyün en miskin kedisine bırakılmıştı. Sürekli omuz değiştiren tabutun peşinden gelen ayak sesleri, camiden cenaze alınıp da meydanı kısa zamanda arkada bıraktıktan sonra mezarlık yoluna döndüğünde, kendiliğinden saflar oluşturdu toprak yolda. Tabuta omuz verip kısa süre de olsa taşımak isteyenler acele adımlarla öne geçmeye çalışırken o görevi yerine getirenler, usulca arka sıralardaki yerlerini alıyordu. Köy okulunun lojmanı bir yanda, tepelikteki okul diğer yanda bırakılarak köyden çıkıldı, tozu toprağa katan aynı ayak sesleriyle...
Herkes söz birliği etmişçesine başı önde ilerliyor, sigara dumanları uçuşan tozların içine savruluyordu. Keder, insanların ruhlarından çıkıp havaya karışmış gibiydi. Hüzün, yüzlerce parçaya bölünmüş, tek bir varlık gibi yürüyordu tabutun ardında.
O hüznün bir parçası olarak yürürken gözlerim tabutun üstündeki küçük beyazlığa takılıp kalmıştı. Arada önümdeki insanlar nedeniyle gözden yitirdiğim, sonra kafalar arasında bakışlarımı odaklayınca gördüğüm beyaz el havlusu… Tabutun üstüne evden çıkarılırken atılan, desensiz, bembeyaz bir havlu...
Gerçek nedir, diye düşündüm. Belki de başka bir şey düşünüyordum, hatta aynı anda birçok düşünce geçiyordu zihnimden ama hep aynı sözcük yankılanıyordu: gerçek... Ölüme ve yaşama dair ne okuduysam, ne yazıldıysa o güne değin, hepsi anlamsız ve değersiz geliyordu artık. Ölümü ve yaşamı ayrı ayrı adlandırmanın bile ne kadar saçma olduğu geçti aklımdan. “Gerçek... Gerçek nedir?.. Nedir gerçek?..” diye mırıldandım. Sonra yanımda yürüyenlere baktım; kimse beni duymamıştı. Duyulan tek şey acıydı o gün...
Ya da bana öyle geliyordu; yani aslında hava o kadar keder yüklü değildi de ben kendi kederimi yayıp duruyordum etrafa, insanlara, zeytin ağaçlarına, kediye, köpeğe, börtü böceğe... Nisan güneşinin yakıcılığını bile ölüme yoruyordum. Belki o derece sessiz değildi mezarlık yolcuları; yan yana yürüdükleriyle konuşuyor, rahmetliyle ilgili anıları anlatıyor veya ölüm şeklini konuşuyorlardı. Ama ben hiç birini duymuyordum. Büyük bir sessizliğin içindeydim. Toprağa vurup duran ayak seslerinden başka her şeye kapalıydı duyularım. Yerden yükselen tozları içime çekiyordum sigara dumanıyla birlikte, ciğerlerime köyü dolduruyordum, dolsun buranın toprağıyla içim, dolsun da şişsin, şişsin de patlasın diyordum; patlayayım, zeytin dallarına uçuşayım, yapraklara dağılayım...
Ama o ses izin vermiyordu işte, “Gerçek, gerçek,” deyip duran ses... Gerçek neredeydi, hayatın gerçeği dedikleri bu muydu, tabutun içinde yatan beden mi hayatın gerçeğiydi, ölüm müydü hayatın gerçeği yoksa ölümün bir yalanı mıydı yaşam?
Şimdi Uzaklardasın, sayfa 7-9. Roman. Pupa Yayınları
Kundura tamircisi olmak isterdim…
On metrekare bir dükkâna sığışıp tabanına çivi çakmak isterdim dünyanın.
İki boya, bir tiner, biraz cila, biraz iplik…
Dünya dönsün dışarıda, yesin herkes birbirini, ben ağzımda sırasını bekleyen çivi, elimde burnundan soluyan bir topuklu ayakkabıyla dalgasını geçerdim âlemin…
Üreticisi değil, satıcısı değil, onaranı olmak gerek bu hayatın…
Onar, onar, onar…
Eskisi eskisin, sen yenileyip sun sokağa…
Sessiz ve ifadesiz bir suratla, kimseyle konuşmak zorunda kalmadan, salt kundura kokuları arasında bir yaşam düşlerim dünyanın bu kentinde…
Ne bulaşayım kimsenin denizine, ne kimse bulandırsın denizimi…
Şu an hava güzel olsa…
Çok cezbedici olmasına da gerek yok hani.
Bu kadar soğuk olmasa yeter.
Şuradan dükkâna gidecek kadar…
Oturur, taka da tak tak, iki vururken çekiçle, dünyayı köşelendirir, zihnimi dinlendirirdim…
Diyorlar ki “Neden yazıyorsun?”
Kafamda çok çivi var…
Potkal, sayfa 9. Altınordu Yayınları
İletişim: engintopuz@engintopuz.com
Telif Hakkı © 2019 Engin Topuz - Tüm Hakları Saklıdır.