“İnsanlar şu manasız hayata sıkı sıkıya yapışmış oldukları için Selim’in onlarla anlaşmasına imkân yoktu.”
Bu sözü sosyal ortamda paylaşsam ve altına Oğuz Atay-Tutunamayanlar yazsam sanırım çoğu kimsenin itirazı olmaz. Çünkü Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık’ın bir ‘tutunamayan’ oluşuna çok uygun bir cümle bu. Oysa bu alıntı Tutunamayanlar romanından değil, Nihal Atsız’ın Ruh Adam romanından ve adı geçen Selim de Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı değil, Atsız’ın Selim Pusat’ı…
Üstelik iki romanda sadece Selim’lerin ruh halleri değil âşık oldukları kadınların isimleri de benziyor: Günseli ve Güntülü…
Sizce şurada anlatılan Selim, hangi Selim?
“Selim bu ‘herkes’ten iğreniyor, ‘herkes tarafından’ kabul olunan düşüncelere tahammül edemiyordu.
-Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri, hainleri, budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür.”
İkisi de olabilir değil mi?
Bu da Ruh Adam romanından…
Ruh Adam ve Tutunamayanlar romanları Türk Edebiyatına aynı yıl giriş yaptı. İkisi de 1972 yılında yayınlandı. Benzer meseleleri, benzer anlatım teknikleriyle, hatta benzer karakter adlarıyla anlatan bu iki eserden biri, aradan yaklaşık yarım asır geçtikten sonra Modern Türk Edebiyatı’nın zirvesine yerleştirilirken diğeri edebiyat elitizminin önyargı duvarına çarpıyor. Birine hak ettiği değer verilirken diğerine hak ettiği değer verilmiyor. Tutunamayanlar, sosyal medya, diziler, hakkında yayınlanan kitaplar, pazarlama stratejileri sayesinde hemen herkesin bildiği, aldığı, okuduğu (her alanın okuduğu şüpheli kanımca) bir kitap haline gelirken, Ruh Adam ancak belli bir okur kitlesi tarafından sahipleniyor. ‘Tutunamayanlar’ kavramı bile bir fenomen haline getirilirken Ruh Adam, kendini nitelikli okur olarak gören birçok insanın gözünden kaçıyor.
Tutunamayanlar romanından yapılan alıntılar öylesine bilinçsiz kullanılıyor ki, romanın niteliğini de zedeliyor. Örneğin Tutunamayanlar romanından şu alıntıyı insanlar, bir sevgiliye söylenmiş gibi paylaşıyorlar:
“Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim. Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek; seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.”
Oysa bu cümleyi romanda Turgut Özben, yeni tanıştığı Süleyman Kargı’ya söylüyor. Ölen arkadaşı Selim Işık’ın diğer arkadaşlarını bulan Turgut Özben, Selim gibi çok kitap okuyan, çok derinlikli bir insan olan Süleyman Kargı’ya ulaşıyor ve kendisinin az kitap okumuş olmasının verdiği rahatsızlıkla bu cümleleri kuruyor. Fakat ne yazık ki kitap okumayı değil aforizmaları seven insanımız tarafından aşk cümlesi olarak kullanılıyor.
Ruh Adam; kralcı olduğu gerekçesiyle ordudan atılan ve üç yıl hapis yatan Yüzbaşı Selim Pusat’ın bir yıl içinde yaşadığı ruhsal dönüşümü anlatır. Edebiyat öğretmeni eşi (Ayşe) ve bir oğlu vardır (Tosun). Hayatının bütün anlamı askerlik olan Selim, bir zamanlar şiir yazdığını unutacak kadar kendini mesleğine adamış, haksız yere askerlikten uzaklaştırılmayı kabullenememiştir. Üstelik kendisi gibi ceza alan arkadaşı Şeref’in intihar etmesi onu büsbütün hayattan soğutmuştur: “Bana insanlardan mı bahsediyorsun? İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.”
Selim Pusat, günlerini odasında askeri kitaplar okuyarak, yürüyerek ve evinin yakınındaki Çamlı Koru’da gezinti yaparak geçirmektedir. Bu gezintilerin birinde meçhul bir kadın sesi duyar, bu ses şiir okumaktadır.
Râm ol bana, ruhun yeni bir âleme girsin…
Yazmış kaderin: Aşkıma ömrümce esirsin!
Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin:
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…
Sesin sahibini bulamaz. Roman baştan sona Kafkaesk bir atmosferde geçer. Neyin gerçek neyin hayal olduğunu kestiremeyiz. Hem gerçeküstücü hem büyülü gerçekçi bir yapıda izleriz olanları.
Aynı koruda Leyla Mutlak adlı genç bir kadınla tanışır. Leyla, Selim’in eşinin eski öğrencisidir. Leyla Mutlak, Osmanlı soyundan gelen bir “prenses”tir. Onu ‘Yek’ isimli bir adamdan koruyarak eve götürmesini ister. Yek, çirkin, kambur bir adamdır: “Bu yüz, yıpranmış bir gencin yüzüne olduğu kadar, genç kalmış bir ihtiyarın yüzüne de benziyordu.”
Selim Pusat, Yek ile birkaç kez karşılaşır, başka insanların yüzünde onu görür, onu öldürdüğünü düşündüğü halde tekrar karşısına çıkar. Roman sembolizmin bütün unsurlarıyla kullanıldığı bir romandır. Yek de şeytanı sembolize eder. Eski Türk lehçelerinde de “kötü ruh, şeytan” anlamına gelir. Bunu kendi de söyler: “İnsanların beni olduğumdan daha kötü tanıyarak daima lanetle anması az şey midir?”
Bir akşam Yek’le karşılaştığında Yek ona şöyle der:
“Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza âşık olabilirsiniz. Ve olacaksınız da…”
43 yaşındaki Selim Pusat, kendinden yirmi beş yaş küçük Güntülü’ye âşık olur. Güntülü, eşi Ayşe’nin öğrencisidir. Aydolu, Nurkan ve Güntülü hep birlikte gezmekteler, öğretmenleri Ayşe’nin evine birlikte gelmektedirler. Selim, önce bu hisleri reddetmesine rağmen daha sonra doktor arkadaşının da, onun hastalanıp yatağa düşmesinin sebebi olarak âşık olmasını söylemesiyle kabullenir. Doktor Cezmi tarafından aşkın şehvetin estetik şekli olarak tanımlandığı ve anlatıldığı 18. Bölüm çok çarpıcı tespitlerle doludur.
Aşk hastalığıyla yatağa düşen Selim, iyileştikten sonra bir süre önce başladığı devlet dairesindeki işine geri döner. Ama büsbütün içe kapanmış, insanlarla bağlantısını kesmiştir. “Çevresiyle o kadar ilgisizdi ki daire telefonunun nerde olduğunu bile şimdiye kadar öğrenememişti.”
Üstelik karısıyla da artık “bir evin içinde iki yabancı gibi idiler.”
Güntülü’ye uzun bir şiir yazıp gönderir. Güntülü şiiri geri gönderir. Bunu kendisini reddettiğinin delili olarak görür. “Geri Gelen Mektup” adıyla bilinen bu meşhur şiirin romanın yayınlanmasından yıllar önce Orkun Dergisi’nde yayınlandığını biliyoruz.
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…
Selim Pusat’ın yalnızlığı, yaşadığı metafizik diyebileceğimiz olaylarla da derinleşir ve giderek dış dünyadan kopar. “Selim artık dünya ile ilgisini tamamiyle kesmişti.”
Bu duruma gelmesinde intihar eden arkadaşı Şeref’in büyük etkisi vardır. Odasında Şeref’in resmi vardır ve birkaç kere Şeref’le konuşur. Şeref fotoğraftan çıkar, bir bedene bürünür ve Selim’le konuşur. Bu birkaç kez yaşanır ve her seferinde yazar Selim’in yaşadıklarının hayal olmadığına dair ipuçları bırakır okura.
Şeref, intihar ederken bir not bırakmıştır ardında: “Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum.” Bu not roman boyunca karşımıza birkaç kez çıkar. Selim’i derinden etkileyen bu sözler, giderek onun dünyadan tamamen kopmasında belirleyici olur.
Yaşadıklarından dolayı kendini suçlu hisseden Selim Pusat bir mahkemede yargılanır. Bu mahkeme insanlık mahkemesidir. Geçmişten geleceğe bütün insanların toplandığı büyük bir meydanda yapılır. Tarihten gelen bütün önemli isimler tanıklık yaparlar. Annesi dışında herkes Selim’i suçlu bulur. Romanın en büyüleyici sayfalarının olduğu bu bölümden sonra artık Selim Pusat sona yaklaşmıştır ve evinin duvarında fotoğrafının asılı olduğu çerçeveden çıkarak kaybolur.
Romanda olaylar günümüzdeki bir yıllık bir zaman diliminde geçiyor görünse de iki bin yıl öncesiyle bağlar kurulur. Roman bir Uygur masalıyla başlar ve simetrik bir şekilde aynı masalın günümüze izdüşümüyle sona erer. Güntülü ve Selim Pusat, iki bin yıl önce yaşayan ve kavuşamayan iki insanın günümüzdeki yansımalarıdır bir bakıma.
Bu yönüyle tarihi bir roman gibi başlar, siyasi telmihlerle devam eder, felsefi yaklaşımlarla sürer, bir aşk romanı hüviyetine bürünür ve nihayetinde tarihsel ve destansı bir bağla sona erer. Ruh Adam, iki bin yıl önce yaşamış ve günümüze ‘tutunamayan’ bir karakterdir.
Yazımızın başına dönersek… Postmodern edebiyatın bütün unsurlarını kullanan, hatta “boca” eden Tutunamayanlar ile aynı yıl yayınlanan Ruh Adam’da da yayınlandığı zaman için yeni sayılan birçok anlatım tekniği kullanılmıştır.
Tutunamayanlar’da olduğu gibi Ruh Adam’da da “metinlerarasılık” çarpıcı bir şekilde göze çarpar. Mahkeme sahnesi Kafka’nın Dava kitabındaki atmosfere çok benzer. Özellikle Selim’in eşi Ayşe’nin edebiyat derslerinin anlatıldığı sahnelerde birçok yazara atıf vardır. Fuzuli’den Nedim’e, Namık Kemal’den Enis Behiç’e kadar birçok alıntı yapılır.
Sembolizm neredeyse romanın tamamına hâkimdir.
Gerçeküstücü bir anlatım vardır. Çamlı Koru’daki meçhul sesin şarkı söylemesinden Yek karakterine, ölen Şeref’in konuşmalarından büyük mahkemeye, Selim’in çerçevedeki fotoğrafından çıkıp kaybolmasına kadar birçok olay buna örnek sayılabilir.
Tutunamayanlar’da olduğu gibi romanın başıyla sonu arasında bir simetri vardır: Tutunamayanlar, Turgut Özben’in mektubuyla başlar ve yine aynı mektupla sona erer. Ruh Adam, bir Uygur masalıyla başlar ve yine aynı masala atıfta bulunarak biter.
Her iki romanda da şiir, masal, destan bolca kullanılmıştır.
Her iki roman da özü itibariyle psikolojik bir romandır.
İlginçtir; bu iki romanı aynı yıl yayınlayan iki yazar iki yıl arayla, aynı ay vefat etmişlerdir. Nihal Atsız 1975 yılının 11 Aralık günü vefat etmiş, Oğuz Atay ise 13 Aralık 1977’de aramızdan ayrılmıştır.
Bu iki önemli eseri edebiyatımıza kazandıran iki değerli yazarın hak ettikleri değeri görmeleri her okurun gayesi olmalıdır.
*Alıntılar yapılırken Ruh Adam’ın Ötüken Yayınları 61. Basımı, Tutunamayanlar’ın İletişim Yayınları 16. Basımı esas alınmıştır.
*Bu yazı Ayarsız dergisinin Aralık 2018 sayısında yayınlanmıştır.
“Galiba burası bize iyi gelecek. Muhteşem bir yer. Onca yolculuğun ardından kendinizi toparlayacağınıza, kendinizi yeniden yazmaya vereceğinize eminim… Yaşlılık günlerimizi geçireceğimiz yer burasıdır belki de…”
1941 yılının Eylül ayında ülkesinden binlerce kilometre uzakta, Brezilya’nın Petropolis kentinde, henüz iki yıldır evli olduğu eşi Lotte böyle umut veriyordu Stefan Zweig’a…
2 ay sonra 60 yaşını dolduracak olan usta yazar, daha 1934’de Avrupa’nın içine düşeceği felaketi görmüş, kitapları yakılıp yasaklandıktan ve Goebbels tarafından “İstenmeyen Sakıncalı Yazarlar Listesi” ne dâhil edildikten hemen sonra ülkesi Avusturya’yı terk ederek gönüllü bir sürgünlüğe başlamıştı.
Yıllarca Londra’da yaşadıktan sonra İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesiyle ‘şüpheli’ durumuna düşmüş, oradan ayrılıp New York’a yerleşmişti. Son durağı Petropolis’e geldiğinde Avrupa 2. Dünya Savaşı’nın ateşiyle bir yangın yerine dönmüştü ve kendisi de artık Avrupa’da yayıncısı kalmamış, kitapları yasaklanmış, birçok kişi tarafından ‘korkak’, ‘kaçak’ olarak damgalanmış, umutsuzluk ve yalnızlığın içine gömülmüş bir yazar konumundaydı.
Londra’da tanışıp uğruna karısını terk ettiği Elizabeth Charlotte Altmann –Lotte- ile son durak olarak gördüğü, savaştan ve ülkesinden uzakta, Brezilya’nın 800 rakımlı Petropolis kentine yerleşmiş, 6 aylığına kiraladığı evinde eşinin ona umut vaat eden sözlerini dinliyordu.
Oysa bu sözlerden sadece 6 ay sonra, son kirasını da ödedikten birkaç gün sonra, derin bir umutsuzluk ve yalnızlığın pençesine düşen yazar, 22 Şubat 1942’de, bir daha aydınlığı göremeyeceğini düşündüğü dünyadan kendi isteğiyle ayrıldı.
O pazar günü onu yatağında sırt üstü yatmış bir şekilde ve eşini de yanında elini onun göğsüne koymuş bir halde ölü buldular. Eşi de onun gibi ilaç alarak hayatına son vermişti. Veda mektubunun sonunda şöyle diyordu:
“Maalesef benim ait olduğum lisan, kültür ve ülke karanlık bir deliliğin içinde kaybolmak üzere. Benim için artık Avusturya öldü…”
Öykü, deneme, roman, biyografi… Edebiyatın birçok alanında eserler verdi Zweig. Freud’la olan dostluğu onun insan psikolojisine olan ilgisini arttırdı. Eserlerinde derinlikli psikolojik analizler yaptı. Kahramanları genelde kendisi gibi karamsardılar ve sonları da çoğunlukla kendisininki gibi trajik oluyordu. Einstein’ın bile tüm kitaplarına sahip olduğunu kendisine söylediği, otuz dile çeviri yapılan, 60 milyondan fazla satış rakamlarına ulaşan saygın bir yazardı Stefan Zweig.
Brezilya’da da üretmeye devam etti. New York’da yazmaya başladığı ‘Dünün Dünyası’ isimli, Avrupa’nın içine düştüğü durumu anlatan otobiyografik kitabını Petropolis’te bitirdi. Üstelik o hacimli kitabı altı hafta gibi bir sürede yazdı. Yine çok sevdiğim o ‘Satranç’ isimli uzun öyküsünü ömrünün son aylarında kaleme aldı.
Gerçi artık yazarlık hayatının en verimli yıllarını yaşadığı Salzburg’dan çok uzaktı. O ünlü Kapuziner yokuşunda, ağaçların arasındaki 5 numaralı villasında, Thomas Mann’ı, James Joyce’u ve daha birçok edebiyatçıyı konuk ettiği evinde yazamıyordu artık. Ama yine de üretmeye devam ediyordu.
Savaştan ve tehlikeden uzak olmaktı amacı. Ama ne kadar uzak durabilirdi ki. Radyo vardı, gazeteler vardı. Bütün gelişmeleri öğreniyor, giderek daha büyük bir karamsarlığa sürükleniyordu. Üstelik yerleştikleri Petropolis’in mahalleleri bile Alman eyalet isimlerini taşıyordu. Çünkü imparator tarafından kurulan şehrin armağan olarak sunulduğu karısı, Habsburg soyundan geliyordu. Her sabah istemese de merak duygusuna yenik düşüyor ve gazetelere göz atıyordu. Hem ülkesi, hem kendisi için endişeleri günden güne artıyordu.
Bir yandan da eşi Lotte için endişeleniyordu. Kendisinden 25 yaş küçüktü. Henüz otuzlu yaşlarındaydı. Astım hastasıydı. Yeni kentlerinin havasının ona iyi geleceğini düşünüyordu. Ama ya onun havası? Karamsarlığı, umutsuzluğu ona da bulaşmıyor muydu? Londra’da tanışmıştı Lotte ile. Üstelik karısı Frederike tanıştırmıştı onları. Yazdıklarını düzeltip daktilo etmesi için yeni birine ihtiyacı olduğunu düşünüyordu Frederike ve kendileri gibi Nazi zulmünden kaçan bu genç kızı bulmuştu. O günden beri 7 yıldır her anında yanındaydı Lotte Zweig’ın. Onunla her yere gitmeye hazırdı. Stefan Zweig kendisini zorlamasa bile, hatta “benimle gelmek zorunda değilsin” dese bile, ölüme de kocasıyla birlikte gitmişti Elizabeth Charlotte. Verdiği sözü tutmuş ve onu hiç yalnız bırakmamıştı. Oysa yalnız olmamak böyle bir şey değildi, Stefan Zweig hep yalnızdı…
Kendisine en yakın gördüğü kişi Montaigne’di. O da elini ayağını gündelik hayattan çekmiş, çiftliğine yerleşmişti. Onu tekrar tekrar okudu Brezilya’da. Oysa ‘Denemeler’ huzur vaat eder insana ama Zweig karamsarlığından kurtulamıyordu.
Kitaplığımdan Stefan Zweig kitaplarını çıkardım masama. Balzac’ın yanını uygun görmüşüm ona kitaplığımda. Balzac’ın onun için edebiyatın şahikası olduğunu öğrendiğimde bunun doğru bir tercih olduğunu anladım.
“Amerigo”, “Marie Antoinette”, “Macellan”… Mükemmel biyografiler.
“Üç Büyük Usta Balzac, Dickens, Dostoyevski”… Edebiyatın devleri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.
“İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar”… 12 tane muhteşem deneme. Tarihsel dönüm noktaları ve içlerinde Fatih Sultan Mehmet de var.
“Dünün Dünyası”… Kendi deyişiyle bir dünyanın portresi...
“Acımak”… Ya da başka baskılardaki adıyla “Sabırsız Yürek”… Acıma duygusunun nelere yol açabileceğini anlatan muhteşem bir psikolojik roman.
“Satranç”… Yine psikolojinin ön planda olduğu öyküsü…
“Bir Kadının Yaşamından 24 Saat”… Mrs C’nin yaşadığı trajik öykü… Brezilya’da bir kafede otururken onu tanıyan bir kadın yanlarına geliyor, bu kitabı okuduğunu söyleyerek tebrik ediyor ve şöyle diyor: “Bir erkeğin kaleminden bir kadının dünyası ancak bu kadar gerçekçi ve çarpıcı anlatılabilirdi.”
Son olarak onunla ilgili yazılan bir kitabı okudum. “Stefan Zweig’ın Son Günleri”… Yazarın son 6 ayını roman kurgusuyla anlatan çok etkileyici bir kitap. Buradaki birçok bilgiyi de o kitaptan alıntıladım. (*)
Sonra düşündüm. Stefan Zweig’ın iç dünyasını, karamsarlığını, yalnızlığını anlamaya çalıştım. Bu bana başka yazarları çağrıştırdı. Gerek yaşadıkları dünyanın, gerekse iç dünyalarının kendilerini sürüklediği yalnızlıkla, bunalımlarla baş etmeye çalışan ve bunları eserlerine de yansıtan yazarları…
Balzac, Dostoyevski, Hemingway, Kavafis, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Tevfik Fikret, Oğuz Atay, Tezer Özlü… Duyarlılıkları üst seviyede olan edebiyatçılar. Hayatları boyunca yaşadıkları iç sarsıntılarını yazdıklarıyla kendileri gibi olan insanlara ulaştırmışlar. Bir yalnızlar topluluğu oluşturmuşlar bir bakıma okurlarıyla. Hani Oğuz Atay diyor ya; ”Ben buradayım ey okur! Sen neredesin?”
Ben de bu duruma ‘Stefan Zweig Yalnızlığı’ dedim. Ortak bir yalnızlıktır yaşanan aslında. Ortak kaygılar ortak yalnızlıkları doğuruyor. Tabii ki benzer yazarların çoğunun sonu Zweig gibi trajik olmamıştır. Olmamalı da zaten. Kaygıdan umut çıkarmalıdır edebiyatçı. Zweig Nazi karanlığının hiç bitmeyeceğini sanıyordu. Oysa ölümünden sadece bir yıl sonra rüzgâr tamamen tersine dönmeye başlamıştı. Karısıyla intihar etmeyip yaşamaya devam etseydi, Hitler ve karısının Berlin’de bir sığınakta intihar ettiği haberini okuyacaktı gazetelerde…
Petropolis’te yazar arkadaşı Bernanos’un kendisine söylediği kadar yalındır aslında tüm gerçek:
“Üzerine titrediğimiz dünyayı şairler ve yazarlar kurtaracak.”
*Laurent Seksik, Stefan Zweig’ın Son Günleri. Can Yayınları
*Bu yazı Ayarsız dergisinin Şubat 2019 sayısında yayınlanmıştır.
Manisa’da yaşamak;
Hemen her gün bir köşe başında lokma dökülmesine, ellerinde kese kâğıtlarıyla hayır için dökülen lokmalardan almak için sıra oluşturan insanlara rast gelmektir. Şehir dışından gelip bu hayır-yardım noktalarını gören her insanın “Manisa’da aç kalmaz insan!” demesidir.
Tarzan’ın bu kent için bir hayal kahramanı olmadığını, Manisa’da yaşamış gerçek ve çevre dostu bir insan olduğunu bilmektir. Manisa Tarzanı Ahmet Bedevi’yle tanışıp arkadaşlık kurmuş şehrin yaşlılarından güzel anılar dinlemektir. Manisaspor taraftar grubu Tarzanlar’ın adı da buradan gelmektedir.
Şehrin caddelerinde görülen garip davranışlı insanların garipsenmemesidir. Halkın “Sarı Bina” dediği Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nden hareketle Manisa’ya ‘Deliler Şehri’ denmesinden şehirde kimsenin gocunmaması; dükkânına girip hastanenin yerini soran bir yabancıya esnaf Haydar Amca’nın “Şu an bahçesinde dolaşıyorsunuz!” dediği gibi işi bilgece bir hazır cevaplılığa ya da “Biz deli gelenleri akıllandırıp gönderiyoruz” diyerek hınzır bir kibre dökmektir.
Yayaların kaldırımdan çok caddede yürümesidir. Her belediyenin kaldırımları genişletip araba yolunu daraltmasına rağmen insanların çarşının caddelerinde, hiç trafik akmıyormuşçasına rahat tavırlarla yürümeye devam etmesidir.
Arkadaşına bir şey anlatırken cümleye ‘aga’ diye başlamaktır. Çok sevdiğin arkadaşına ağız dolusu ‘cankuş’ demektir.
Her yıl Mesir zamanı köylerden, ilçelerden sözleşmişçesine akın akın, tarihin içinden süzülür gibi, günü geleceğe devretmek için Sultan Camii’nin önünde toplanmak; beş yüz yıllık bir geleneği on binlerce gövdenin sırtında tek bir insanmışçasına taşımak, omuz omuza gelenekle gelecek arasında köprü olmaktır. Saçılan mesir macunlarından havada yakaladıklarını sayarak meydandan ayrılırken, özel bir anıyı avucunun içinde tutmanın huzurunu yaşamaktır.
Şehrin merkezinde adres tarif ederken sıklıkla kullanılan ‘Beyaz Fil’in bir kamu binası olduğunu bilmek, gözleri beyaz bir fil heykeli arayan şehir dışından gelenleri tebessümle karşılamaktır.
Ulu Camii’nin yanındaki çay bahçesinde, ya da Spil yolunda, ya da Seyir Tepesi’nde, ya da Spil’in zirve noktasında derin bir soluk alıp aşağıda ovalarıyla, binalarıyla, camileriyle, Gediz’iyle boylu boyunca uzanan kadim kente bakarak düşünceden düşünceye geçmek, üç bin yıllık manzaraya dalıp iç yolculuğu yapmaktır.
İl sınırlarında olmayan Foça’yı, Dikili’yi mesken yapmak, yaz gelir gelmez şehrin kavurucu sıcağından denizin serinliğine koşmaktır.
Şehrin yaz sıcağının başka hiçbir yerle kıyaslanamayacağını iddia etmek, bunda ısrar etmektir.
Spil’e kar düştüğünü görür görmez kontağı çevirip dağa çıkmak, arabanın önüne bir kardan adam yapıp geri dönmektir.
Türk Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden Yusuf Atılgan’la hemşeri olmanın, onunla aynı havayı solumanın gururunu taşımaktır.
Fatih’in, Kanuni’nin, Saruhan Bey’in şehrin dokusunda yer etmesinin keyfini sürmektir.
En güzel Manisa Kebabı’nın nerede yeneceği konusunda görüş birliğine varamamaktır. O yüzden herkesin ilk üçünde yer alıp sıralamaları değişen kebap salonlarına dönüşümlü gidip hangisinin en iyisi olduğunda ahkâm kesmeye devam etmektir.
İzmir’e gitmenin şehrin herhangi bir ilçesine gitmekten daha kısa sürmesidir. Kordon keyfi yapmanın İzmir’de yaşayan birçok insana göre daha ulaşılabilir olmasıdır.
Çayı ince belli bardakta içmek hatta ince belli büyük bardakta içmektir.
Mitolojik kahramanların arasında yaşamak, ağlayan bir kayaya dönüşmüş Niobe’nin hikâyesini bilmeyenlere hevesle anlatmaktır.
Çarşının merkezinde, otuz küsur yıldır müzikteki her türlü gelişmeye rağmen dimdik ayakta duran Evran Plak’ın önünde soluklanıp dükkânın önündeki ağaca asılı “Evran’ın Önü” plakasının altında, ince belli bardaklardaki çayların eşliğinde Fuat ve Vedat kardeşlerle sohbet etmektir.
Sultan Camii külliyesinin içindeki parkın yeşilliğinin ortasında, Taş Mektep’te Sultan Çayı içerek Fatih’le değişen ve dönüşen Manisa’yı konuşmaktır.
Dünyada paranın ilk kez kullanıldığı şehirde on binlerce insanın, her gün vardiya saatlerinde organize sanayi sitesindeki fabrikalara servis araçlarıyla taşınması ve iki vardiya arası kendilerine kalan zamanda tutumluluk konusunda daha neler yapabileceklerini düşünmeleridir.
*Bu yazı OT dergisinin Mart 2018 sayısında yayınlanmıştır.
H. Nihâl Atsız’ın 1972’de yayınlanan Ruh Adam romanı, Türk edebiyatının, niteliğiyle gördüğü değer arasındaki mesafesi en açık olan kitabıdır. Ne yazık ki, başta ideolojik körlüğün edebi okumaları etkilemesi olmak üzere çeşitli sebeplerle çok sayıda okurun kitaplığında yer bulamamaktadır.
Bu roman öylesine sağlam bir metindir ki; dilin kullanımından olay örgüsüne, anlatım tekniklerinden karakterlerin oluşturulmasındaki titizliğe ve yarattığı sarsıcı etkiye, birçok bilim ve disiplinin (tarih, felsefe, hukuk, mitoloji, eğitim, tasavvuf) ara sokaklarında dolaşmasına kadar pek çok yönden ancak başyapıt mertebesindeki eserlerle yan yana konularak değerlendirilebilir. Öyle ki, Kafka’dan mülhem türetilen Kafkaesk atmosfer de vardır romanda, Gabriel Garcia Marquez’le özdeşleşen büyülü gerçekçilik de… Postmodern edebiyatın henüz adının konulmadığı dönemde yazılan Ruh Adam, içinde birçok postmodern özellik barındırır. Metinlerarasılıktan çok katmanlılığa kadar romanın yayınlanmasından sonra postmodern birer teknik olarak kullanılan anlatım yöntemleri eserde ustaca kullanılmıştır. Okuru aynı zamanda yoğun bir sembolizmin içinde dolaştıran roman, arka kapağındaki tanıtım yazısında doğru bir tespitle belirtildiği gibi “Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır.”
Roman bir Uygur masalıyla başlar ve simetrik bir şekilde aynı masalın günümüze izdüşümüyle sona erer. Güntülü ve Selim Pusat, iki bin yıl önce yaşayan ve kavuşamayan iki insanın günümüzdeki yansımalarıdır bir bakıma.
- İkimiz de iki bin yıl önce yaşadığımıza göre o zaman da tanışıyor muyduk?
- Elbette tanışıyorduk.
- Peki… Ben o zaman da bir subaydım. Ya siz neydiniz?
- Ok atamayanlardan biri…(sayfa 141)
Ruh Adam; kralcı olduğu gerekçesiyle ordudan atılan ve üç yıl hapis yatan Yüzbaşı Selim Pusat’ın bir yıl içinde yaşadığı ruhsal dönüşümü anlatır. Eser özü itibariyle psikolojik bir romandır. Selim Pusat’ın hayatının bütün anlamı askerliktir. Kendini tamamen mesleğine adamış, bu yüzden haksız bir şekilde askerlikten uzaklaştırılmayı kabullenememiştir. Yaşadığı o bir yıllık ruhsal dönüşüm içinde Selim’in hem öğretmen eşi Ayşe ve çocuğuyla ilişkisine tanık oluruz, hem de Çamlı Koru’da yaptığı gezintilerin de etkisiyle yaşamına giren yeni karakterleri ve değişen iç dünyasını izleriz. Giderek kendini daha yalnız hisseden, daha çok içe kapanan Selim’i, kendisiyle birlikte ceza alan arkadaşı Şeref’in intihar etmesi çok etkilemiştir, arkadaşının bıraktığı intihar notu sürekli beynini kemirmektedir:
“Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum!” (s.50)
Bu cümle Ruh Adam denince akla gelen en veciz sözlerden biridir ve romanın birkaç yerinde daha tekrarlanır.
Çamlı Koru’daki gezintilerinin birinde Selim, şiir okuyan meçhul bir kadın sesi duyar ve okur o andan itibaren neyin gerçek neyin hayal olduğunu kimi zaman kestiremeyeceği Kafkaesk bir atmosferin içine girer. (s.75)
Göğsünde vurup parçalanan kalbi, nihayet
Bir saçları kan, gözleri keskin dişi çeldi.
Artık bitecek ruhunu sarsan bu şeamet.
Zira saçı kan sevgilinin ismi eceldi…
Meçhul kadın Leyla Mutlak ile tanışıp onun Osmanlı soyundan gelen bir prenses olduğunu öğrenen Selim’in hayatına bir de “Yek” dâhil olur. Romanı okuyan herkesin hatırladıkça ürperdiğinden emin olduğum, çirkin ve kambur bir adam olan “Yek”, şeytanı sembolize eder. Bu sözcük eski Türk lehçelerinde de “kötü ruh, şeytan” anlamına gelir.
“İnsanların beni olduğumdan daha kötü tanıyarak daima lanetle anması az şey midir?” (s.104)
Yek’in kendisine söylediği bir söz Selim’in aklını ve hayatını büsbütün allak bullak eder:
“Siz de kendinizden yirmi beş yaş küçük bir kıza âşık olabilirsiniz. Ve olacaksınız da…”(s.105)
43 yaşındaki Selim Pusat, kendinden yirmi beş yaş küçük Güntülü’ye âşık olur. Güntülü, eşi Ayşe’nin öğrencisidir. Selim önce bu hisleri reddeder, sonra hasta olup yatağa düşer. Doktor arkadaşı Cezmi’nin söyledikleriyle bu durumu kabullenir. Doktor Cezmi’nin aşk kavramıyla ilgili sözlerinin de yer aldığı 18. Bölüm çok çarpıcı tespitlerle doludur.
- Aşk da doğrudan doğruya bir hastalık değil, bir hastalığın görünüşüdür.
- Asıl hastalık nedir?
- Açığa vurulamayan şehvet duygusu…
Selim garip bir duygu içinde sustuktan sonra pencereden göğe bakarak sordu:
- İlâhi bir kadına veya kıza karşı duyulan aşk da nihayet bir şehvetten mi ibarettir?
- Tamamiyle. Aşk, şehvetin estetik şeklidir. (s.181)
Ruh Adam bir yönüyle aşk romanı olarak da okunabilir ama bir aşk romanı değildir. Aşkı da kapsayan bir romandır. Tarihi bir roman gibi başlar, siyasi telmihlerle devam eder, felsefi yaklaşımlarla sürer, bir aşk romanı hüviyetine bürünür ve nihayetinde tarihsel ve destansı bir bağla sona erer. Örneğin, bir akşam Selim eşine, damdan düşer gibi, “Tasavvuf nedir?” diye sorar ve ardından tasavvufun ne olduğunu, ne olmadığını anlatarak okuru başka bir düşünce dünyasına sokar. (s.130-131-132)
Selim, Güntülü’ye uzun bir şiir yazıp gönderir. Güntülü şiiri geri gönderir. Selim bunu kendisini reddettiğinin delili olarak görür. “Geri Gelen Mektup” adıyla bilinen bu meşhur şiir, romandan bağımsız olarak da edebiyatımızdaki yerini almıştır. (s.244)
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu…
Gün senden bir ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…
Selim, giderek dış dünyadan kopar. “Selim artık dünya ile ilgisini tamamiyle kesmişti.”(s.242) Odasındaki duvarda asılı olan çerçevedeki arkadaşı Şeref’in fotoğrafıyla konuşur, Şeref birkaç kez çerçeveden çıkarak Selim’in yanına gelir, onunla konuşur. Her bir konuşma sonunda da yazar bize yaşananların hayal olmadığına dair ipuçları bırakır.
Ve elbette mahkeme sahnesi… Türk romancılığının belki de en cesur, en etkileyici kaleme alınmış bölümlerinden biri, yaşadıklarından dolayı kendini suçlu hisseden Selim Pusat’ın insanlık mahkemesinde yargılandığı sayfalardır.
Mahkeme, geçmişten geleceğe bütün insanların toplandığı büyük bir meydanda yapılır. Tarihten gelen bütün önemli isimler tanıklık yaparlar. Annesi dışında herkes Selim’i suçlu bulur. Romanın en büyüleyici sayfalarının olduğu bu bölümden sonra artık Selim Pusat sona yaklaşmıştır ve evinin duvarında fotoğrafının asılı olduğu çerçeveden çıkarak kaybolur.
Karakterlerinin isimlerinden ruh hallerine, yer verdiği destanlardan şiire, tarihi kişiliklerden olay örgüsüne kadar ilmek ilmek işlenmiş olan Ruh Adam, insanda tekrar okuma isteği yarattığı gibi, herhangi bir zamanda herhangi bir bölümü açılıp okunarak sadece o bölümden edebi haz aldıracak kadar ustalıkla yazılmıştır. Öyle romanlar vardır ki, birden çok kez kendini okutur, bu romanlar çok iyi romanlardır. Bir de öyle romanlar vardır ki, her açtığınızda başka bir yerini okuyarak romanı unutmamaya çalışır, karakterlerin isimlerini çocuklarınıza verirsiniz. Bu romanlar da büyük romanlardır. Ruh Adam böyle bir romandır. Büyüsü de buradadır.
Bu büyüye sebep olan da başka bir büyüdür. O da şudur ki, Ruh Adam, bir ayna tutar okura. Okura ve onun yaşadığı hayata… İnsanı en saf haliyle anlatır. Ruh Adam’da kendi ruhumuzu görürüz. Rastgele bir sayfa açar ve kendimizle yüzleşiriz:
“Şimdi yine içinde, kökü çok eskilerde olan bir sıkıntı vardı.” (s.72)
“Bana insanlardan mı bahsediyorsun? İnsanlar mazide ve tarihin yaprakları arasında kaldılar. Bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değildir.” (S.28)
“Tiyatro bitti. Beklemeye lüzum görmüyorum!” (s.50)
“İnsanlar şu manasız hayata sıkı sıkıya yapışmış oldukları için Selim’in onlarla anlaşmasına imkân yoktu.”(S.74)
“Bir insan hakkındaki hüküm ancak onun tabutu geçtikten sonra verilebilir.” (s.94)
“Selim Pusat da bütün insanlar gibi kendisini biraz yanlış ve biraz eksik tanıyordu. (s.99)
“Selim bu ‘herkes’ten iğreniyor, ‘herkes tarafından’ kabul olunan düşüncelere tahammül edemiyordu.
-Senin herkes dediğin kalabalık, içinde cahilleri, hainleri, budalaları bol bol barındıran bir kuru gürültüdür.”(S.157)
“Çünkü artık yabancılaşmışlardı.”(s.217)
Yaklaşık elli yıl önce yazılmış bu cümleler, insan ruhunun özde aynı olduğunu gösterdiği kadar edebiyatın ve elbette edebiyatçının gücünü de gözler önüne seriyor. Ruh Adam’ın büyüsünün edebiyatla iç içe olan herkese ulaşmasını diliyorum.
*Alıntılar yapılırken Ruh Adam’ın Ötüken Yayınları 61. Basımı esas alınmıştır.
*Bu yazı PORSUK KÜLTÜR dergisinin Temmuz 2019 sayısında yayınlanmıştır.
Ailenizde en az bir Oblomov olduğuna eminim.
Ya siz, ya kardeşiniz, ya eşinizin ailesinden biri…
Ya da çevrenizde mutlaka bir Oblomov’a rastlamışsınızdır.
Aslında Oblomov’dan çok Oblomovluk kavramını kullanmamız daha doğru.
Romanı okuyanlar ne demek istediğimi anladılar ama okumayanlar ve okuyanlara tekrar hatırlatmak için bu özgün eserden bahsetmem gerekiyor.
“Oblomov”, Dünya ve Rus edebiyatının en büyük romanlarından biridir. Yalnız ustalıklı diliyle değil, yüz elli yıl sonrasına bile aktarabildiği toplumsal eleştirisiyle de güncel bir başyapıttır.
Buna rağmen eserin hak ettiği değeri gördüğünü söylemek zor. Dostoyevski, Gogol ve Tolstoy gibi dev çınarların çağdaşı sayabileceğimiz İvan GONÇAROV, bu yazarların gölgesinde bırakılmıştır biraz da.
İlk bakışta 19. yüzyıl Rus aristokrasisinin bir eleştirisidir Oblomov.
Romandaki Oblomov karakteri, bir “Oblomovluk” durumu yaratmıştır. Bu yüzden Oblomovu anlatmak aynı zamanda Oblomovluğu anlatmaktır.
Oblomovluk; bir türlü eyleme geçmeyen daimi bir uyuşukluk, tembellik halidir. Ama bu aşırı tembelliği sıradan, bildik anlamda tembellikle karıştırmamalı. Oblomov’da bir toplumdışılık, topluma uyum sağlayamama söz konusudur.
Oblomov, ailesinden kalan yüklü miktarda mülkle, göç ettiği şehirde yaşamaya çalışan bir Rus derebeyidir. Sürekli gerçekleştirmek istediği tasarıları vardır fakat içine düştüğü eylemsizlik halinden kurtulamaz.
Edebiyat denince akla birçok tür geliyor. Zaman içinde hem edebiyatçılar, hem okurlar, büyük oranda eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri edebiyatı sınıflandırmışlar, türlere ayırmışlar. Bu günümüzde de devam ediyor. Edebiyat akımlarından bahsetmiyorum. Yani realizm, romantizm gibi akımlar değil söz ettiğim, türlerine göre sınıflandırmayı kastediyorum.
Klasik edebiyat, çağdaş edebiyat, modern edebiyat, post-modern edebiyat, yeraltı edebiyatı, distopik edebiyat, polisiye, korku-gerilim… Say say bitmez… Öykü olsun, roman olsun, hatta şiir olsun edebiyat alanına girmiş herhangi bir eserin ait olduğu bir de dünya var. Zaten vardı, şimdi bu edebiyat mahalleleri çoğaldı, çeşitlendi, her gün yenileri ekleniyor.
Teknolojinin gelişmesi, pazarlama tekniklerinin okur ve kitap arasına gözle görülür bir şekilde yerleşmesiyle aslında edebiyatta türlerin de akımların da bir önemi kalmadı. Okurun kişisel tercihlerinden çok ona dayatılan seçenekler ön plana çıkmaya başladı. Okumak, yani okumak için kitap satın almak sıradan bir tüketim eylemine dönüştü. İnsanlar nasıl ki her hangi bir şeyi satın almadan önce o şeye ihtiyaç duyduklarına ikna oluyorlar, sonra o ihtiyaçlarını gidermek için raflarda, vitrinlerde, reklamlarda, ilanlarda gözlerine gözlerine sokulan ürünleri satın almak için her türlü mali sıkıntıyı göze alıyorlarsa aynı şey artık kitap alışverişi için de geçerli.
Yusuf Atılgan’ın eserlerini, hakkında yazılanları, kendi notlarımı tekrar okuyor, gözden geçiriyorum.
Bu notları sizinle paylaşmak istedim.
İlk olarak Anayurt Oteli’nden başlayacağım.
Anayurt Oteli bilindiği gibi Manisa’da geçen bir hikâyeyi anlatıyor. Otel de Manisa’da geçmişte var olmuş, çocukluğunda yazarın ailesiyle zaman zaman kaldığı bir otel. Adı da gerçekte Anavatan Oteli. Kitabın adı da yayım aşamasında Anavatan Oteli ancak kitabın ilk basımını yapan Bilgi Yayınevi’nin önerisiyle Anayurt Oteli’ne dönüştürülüyor.
Romanın adı aslında bir oksimoron içeriyor. “Anayurt” ‘ev’ kavramını çağrıştırırken, ‘otel’ ise ‘gurbet’i ‘sıla’yı akla getirir. İlki kalıcı, ikincisi geçicidir. Bu zıtlığı romanın adına yazar bilinçli mi yerleştirdi, bilemiyoruz.
Roman şu cümleyle başlar:
“İstasyona yakın Anayurt otelinin kâtibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu.”
Daha ilk cümleyle birlikte, yazar bizi roman karakterleriyle tanıştırıyor:
Yusuf Atılgan 1960’lı yıllarda bir gün trenle seyahat etmektedir. Oturduğu kompartımanda birisi Aylak Adam’ı okumaktadır. Adam, bir ara okumayı bırakır, “Yazar çok iyi yazmış ama edebiyat fakültesinin yerini karıştırmış,” der. Yusuf Atılgan, “Edebiyat Fakültesi o zamanlar oradaydı,” der. Adam, “Siz nerden biliyorsunuz?” deyince Atılgan, “Çünkü ben yazdım,” der.
Bu anekdotu aktarmamın sebebi Yusuf Atılgan’ın titizliğini vurgulamak. Canistan romanı için de yazar, aylarca Süleymaniye Kütüphanesi’nde araştırma yapmış, dönemin İkdam gazetesinin koleksiyonlarını incelemişti. Aynı şekilde, Anayurt Oteli’nin sonundaki intihar sahnesi için sağlık kuruluşlarının intihar raporları, duruşma sahnesi için mahkeme tutanakları üzerinde inceleme yapmıştı.
Aylak Adam’ı Hacırahmanlı’da yedi ayda yazan yazar, 1988’de Cumhuriyet Dergi’ye verdiği röportajda “Nasıl yazıyorsun?” sorusuna şöyle yanıt veriyor:
“Yarım kalmış roman bir vicdan azabı gibi duruyor.”
A. Hamdi Tanpınar
Canistan, Yusuf Atılgan’ın bitiremediği, ölümünden sonra yayınlanan romanı. Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarını Hacırahmanlı’da yazan yazar, Canistan’ı ise 1976’da yerleştiği ve ölümüne kadar yaşadığı İstanbul’da yazdı. Bu romanı yazmakta zorlandığını, kimi zaman aylarca kalemi eline almadığını, dostlarına yazdığı mektuplardan ve söylediklerinden anlıyoruz.
Yusuf Atılgan İstanbul’a yerleştikten sonra, Hacırahmanlı’ya, yakın dostu Halil Şahan’a mektuplar yazdı. Bu mektuplardaki satır aralarında, romanın yazılış sürecine tanık oluyoruz.
Örneğin…
Berber Hasan’a köyde “Cicim Hasan” diyorlar.
“Sana neden böyle diyorlar?” diye sordum.
“Kızların taktığı bir isim,” dedi, “güzelim, manasına…” Bıyık altından gülerek devam etti:
“Ben gençliğimde çok yakışıklıydım. Kızlar da beğeniyor tabii. Cicim, diyorlardı bana. Çok kız testi kırdı bu yüzden…”
Anlamaz bakışlarımı fark etti ki açıklama gereği hissetti:
“Çeşmeden su getiriyorlar kızlar testilerle… E o ara beni paylaşamıyorlar, ‘Cicim benim, hayır benim,’ diye itişiyorlar, testiler de kırılıyor tabii.”
Yusuf Atılgan’ın İstanbul’a yerleştikten sonra bile tıraş olmak için köye kadar geldiği, vazgeçemediği berberi “Cicim” Hasan’ı çok merak etmiştim. Romanlarında alışkanlıkları eleştiren karakterleri işleyen yazarın, kendi hayatında yer eden bu insanı tanımak istedim. Onun adına ilk olarak Yusuf Atılgan’ın, köydeki öğretmen dostu Halil Şahan’a yazdığı mektupların yer aldığı kitapta, Halil Şahan’ın sunuş yazısında rastladım:
“…Bir de tıraş olmaya geldi, ölünceye dek Berber Hasan’dan vazgeçmedi. Yapıtlarında alışkanlıkları eleştiriyordu, ama bazı konularda onların tutsağıydı.”
Hacırahmanlı’ya çam ağaçlarının gölgelediği yoldan, akşamüstü girdim.
“Altı-yedi aydır elime kalem aldığım yok. ‘yazmayan yazar’ mı denir bana? Anlaşılan yazar falan değilim artık. Gene de Tanpınar’ın dediği gibi, “yarım kalmış roman bir vicdan azabı gibi duruyor.””
Yukarıdaki satırlar 29.12.1988 günü İstanbul’dan Manisa’nın Hacırahmanlı kasabasına yazılan bir mektuptan. Mektubu yazan Manisalı usta yazar Yusuf Atılgan.
Manisa’da doğup büyüyen, üniversite eğitimi ve kısa süreli öğretmenliğinin ardından memleketine, Hacırahmanlı’ya yerleşen, 1946-1976 yılları arasında otuz yıl boyunca bir yandan çiftçilik yaparken diğer yandan Aylak Adam gibi, Anayurt Oteli gibi başyapıtları Türk edebiyatına kazandıran Yusuf Atılgan…
Zebercet’i, C.’yi yaratım sürecini Hacırahmanlı’da, yani şurada, yanı başımızda geçirdiğini her düşündüğümde içimi tarifsiz duyguların kapladığı; yıllardır yazılarımda, kitabımda anlatarak, elimden geldiğince ve benim gibi elinden geldiğince çabalayanlarla el ele vererek, bu kent insanının onu daha çok tanıması için uğraştığım, modern Türk edebiyatı dendiğinde ismi hemen sayılan birkaç kişiden biri olan Yusuf Atılgan…
Kendisini Aylak Adam’daki B. ile özdeşleştiren Serpil Hanım’la yıllarca mektuplaştıktan sonra evlenen, 1976’da Hacırahmanlı’dan ayrılarak İstanbul’a yerleşen ve orada edebi üretimlerine devam edip 1989’da dünyadan ve aramızdan ayrılan Yusuf Atılgan…
Yukarıdaki mektupta Tanpınar’ı anarak “bir vicdan azabı gibi durduğunu” söylediği son romanı Canistan’ı bitiremeden kalp krizine yenik düşen Yusuf Atılgan…
Çok fazla eser vermesinin sebebi, “Benim için yazmaktan önemli bir şey varsa o da gündelik yaşamımdır”, sözünde gizli olan usta yazar…
Bu yüzden yukarıdaki mektuptan bir sonraki ve Hacırahmanlı’ya gönderdiği son mektupta,
“Tek üzüntüm hâlâ yazma havasına girememem. Kıvancım olmadan Kafka’nın ‘kışla düzeni’ dediği zoraki çalışma yöntemini uygulamak da istemiyorum. Neyse, bu da geçer sanıyorum.”diyerek yazmakla ilgili içinde bulunduğu durumu özetliyor.
‘Neyse, bu da geçer sanırım’ diyor ama eğer bitirebilseydi, Aylak Adam ve Anayurt Oteliile birlikte birçok açıdan bir üçleme oluşturacak olan Canistan romanını tamamlayamadan, bu satırlardan birkaç ay sonra hayatını kaybediyor.
Yusuf Atılgan, İstanbul’a yerleştikten sonra köyüyle bağlantısını kesmiyor, “bir ayağım burada olacak” diyor. Çünkü hem ortakçısının ilgilendiği arazileri, hem de annesi var köyde.
Hem annesinden sürekli bilgi almak, hem arazilerinin durumundan haberdar olmak hem de sevdiği bir dostla görüşmek için yıllar boyunca mektup yolluyor Hacırahmanlı’ya.
Yazının başında alıntı yaptığım mektubu gönderdiği kişi Halil Şahan. Halil Şahan bir öğretmen. Yusuf Atılgan’ın en yakın dostlarından biri.
“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.”
**
“28 yaşındaydı ve tedirgindi.”
**
“Çevresine bakındı. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu.”
**
“İnsanları yalan söylediklerinde dinlemeyi severim. Çünkü olmak istedikleri ama olamadıkları insanları anlatırlar...”
**
“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.
**
Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle, ya da susarak.
**
Bir okur, yani iyi bir okur, Yusuf Atılgan’la tanışmadıysa, Anayurt Oteli’ni, hele Aylak Adam’ı okumadıysa, o eksik bir okurdur. Edebiyatın en büyük hazlarından yoksun kalmış bir okurdur.
Hele bu okur, Yusuf Atılgan’ın hemşehrisi, yani Manisalıysa, bu eksikliği bence affedilmezdir.
Yusuf Atılgan’la aynı şehirde yaşıyorum ben…
“Kaldırımlardan taşan kalabalıklarda”kendimi iyi hissetmediğim zaman o gelir aklıma. “İçimdeki sıkıntı” erir. Bu sıkıntı “garsonun yüzünden “olmaz hiçbir zaman. Kentin yıllar hatta yüzyıllar değişse de değişmeyen çehresindendir içimdeki sıkıntı. “Kalabalıkla ilgim kesiliverir” sonra. Ama içimdeki sıkıntı gitmez. Ne sinemadan çıkan insanların yüzündeki ifade, ne tedirginliğim çözüm olmaz içimdeki sıkıntıya. Zaten “28 yaşında” da değilim, niye tedirgin olayım ki? 42 yaşında tedirgin olmaz insan, olsa olsa kederli olur. Ya da melankolik…
Susarım… “Konuşmak gereksiz” derim ama yazmadan duramam ne kentin değişmeyen kasvetini, ne insanların giderek daha hissizleşmesini…
İstasyona yakın Anavatan Apartmanı’nın önünden geçtim bugün…
Bir zamanlar çocuklar sokakta oynardı. Çocukların oyun oynayacakları sokakları vardı. O sokaklar, kaldırımların üstüne kadar park etmiş arabalarla dolu değildi. Çocukların hayatında tabletler, bilgisayarlar, cep telefonları yoktu. Anneleri evden akşam yemeği için çağırana kadar günlerini sokakta oynayarak geçirirlerdi. Okulları vakitli biter, kurslara etütlere gönderilmezler, arkadaşlarıyla sohbet ederlerdi. Salça ekmek cipsten daha lezzetliydi…
Havuzlu siteler, güvenlikli binalar yapılmamıştı henüz; çocuklar seyretmeyi sevdikleri göğün altında güven içinde koşuştururlardı. “Çocukluk arkadaşı”, hele “mahalle arkadaşı” olmak çok özeldi.
Okullarda “kaynaştırma öğrencisi”, “özel alt sınıf öğrencisi” adı altında çocuklar yoktu; bütün öğrenciler zaten kaynaşıyordu ve hepsi çok özeldi.
Öğrencilerin büyük çoğunluğu optik okuyucuyla üniversite sınavında tanışıyor, ilkokuldan itibaren cevap kutucuklarını doldurmakla uğraşmıyordu.
*
Bir zamanlar şehrin her yanı otomobillerle istila edilmemişti; insanların otomobillerini araç olarak kullandıkları zamanlardı, henüz arabaların insanları kullandığı döneme çok vardı.
Aşk üzerine yazılmamış bir şey kaldı mı acaba?
İnsanlar yazı yazmaya başladığından beri geçen binlerce yılda bu konuda tüm kelimeler tüketilmedi mi?
Binlerce roman, milyonlarca dize yazıldı, sayısız film çekildi, şarkılar bestelendi; tükenmedi mi söylenecek şeyler?
Yârin dudağından kirpiklerine, gözlerinin okyanus derinliğinden saçlarının rengine, üzerinde kalem oynatılmamış şey kaldı mı?
Aşk kimi zaman “fikrimin ince gülü” oldu, kimi zaman “yokluğun cehennemin öbür adıdır.”
Ya “işte gidiyorum çeşmi siyahım” diye dile geldi duygular, ya da zaten “kavuşmak hayal oldu.”
“Bir yangının külünü yeniden yakıp” giderken sevdalımız, bizim için söyledi âşıklar: “Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı…”
Oysa “sevgi neydi, sevgi emekti…”
Selahattin Pınar’ın Afife Jale için verdiği gibi emekti… Piraye’nin Nazım için verdiği gibi…
Elizabeth Charlotte Altmann, büyük aşkı Stefan Zweig’la ölüme gitti. Şarkılardaki, filmlerdeki aşk uğruna ölmek değildi onunki; gerçekti.
Genç Werther’den daha büyük aşk acısı çeken oldu mu bugüne değin?
Cemil Meriç’in Lamia’ya yazdığı mektupların üstüne çıkılabilir mi artık?
“Ben gene sana vurgunum” mu daha güzel anlatıyor aşkı, “en son sana vuruldum” mu?
Tarihin ilk romanı Dafnis ve Hloi’nin bir aşk hikâyesini anlatması tesadüf mü?
Dante’yi Dante yapan Beatrice ve ona duyduğu aşk değil mi?
Küçüklüğümüzde izlediğimiz Amerikan filmlerinde, neredeyse her erkek oyuncu birbirlerine “Hey, dostum!” diye sesleniyordu ve biz herkesin birbiriyle dost olduğunu sanıyorduk.
Yeşilçam filmlerinde ise eşini aldatan adamın “dostu”vardı, ya da biriyle “dost hayatı”yaşıyordu ve bizim kafamız karışıyordu.
“Dost acı söyler” başlıklı kompozisyonlar yazdırılıyordu Türkçe derslerinde. Bize hayata tutunmamızı öğütleyenler “Aman dikkat et” diyorlardı, “düşenin dostu olmaz!”
Ne zaman iyilik yapan birini görsek başkaları kulağımıza fısıldıyordu: “Dostlar alışverişte görsün!”
Zaten “dostluk başkaydı, alışveriş başka…”
Otuz yıllık dost olduklarını söyleyenlere imreniyorduk ama hemen kulağımız çekiliyordu: “Verme sırrını dostuna, dostunun da dostu vardır!”
Kaybedenler Kulübü’nden çıkmış, kısa sürede Yalnızlar Rıhtımı’na varmıştım. Kendimi Zebercet kadar yalnız, bu yüzden de Prens Mışkinkadar budala hissediyordum.
Vapurun kaptan köşkünde Türk Edebiyatı’nın “kaptan”ı oturuyordu ve yolculara vapur yolculuklarından birinde yazdığı bir şiiri okuyordu:
Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu ağlardım
…
Yüzyıllık bir yalnızlığın içinde yüzüyordum. Josef K. gibi nereye gideceğimi bilmez halde, denizin ortasında yapayalnızdım. Yalnızlığım, Macellan’ın gemisinde dünya yolculuğuna çıkıp Büyük Okyanus’un ortasında aylarca yol aldıktan sonra, bir kara parçası görme umudunu yitirip aklını kaçırarak kendini okyanusa atan gemicilerin yalnızlığından halliceydi. Ne Josef K. olmak istiyordum ne de Kars’taki Şair K.
Tek isteğim kaptan köşkündeki kaptanın “Ayrılık Sevdaya Dahil” diyerek yalnızlığımı hafifletmesiydi.
Kaptan oralı değildi... O denizin ortasında yangından dem vuruyordu:
Gemiler ateş almasa gitmese
İstanbul yanmasa sen yanmasan
Ben kendi kendimi yakacaktım
Gündoğumunda bir dolu insan Spil’i seyre dalar bu kentin duraklarında.
Gün ortasında ve gün batımında da…
Ve gecenin karanlığında aynı duraklarda Spil’in zirvesini arar gözleri…
Doğudan gelip kendilerini batıya götürecek araçlarla servis edilmeyi beklerler sanayi devriminin insanlığa armağanı turnikelere, bantlara, iş önlüklerine, süreli özgürlük molalarına…
Duraktaki herkes birbirini tanır, her gün aynı saatte aynı kişilerle beklerler servis araçlarını, aynı yöne bakarak izlerler Spil’in gölgesini, sisini, karını veya aydınlığını.
Sabahları “servis saati” diyerek trafikten şikâyet etmeyi bırakıp durup bu durakları izleyin biraz.
Onlarca durak, binlerce insan…
Onlara yakından bakın, hemen hiç kimsenin yüzünde bir gülümseme göremeyeceksiniz.
Yan yana dururlar ve beklerler sadece.
Kimi yalnızca mesaisini doldurmayı düşünüyordur, kimi yatacak avansını, kimi kredi kartı ödemesinin son gününün yaklaştığını…
Kimi çocuğunun okulundan gelen veli toplantısına nasıl gideceğini, kimi ustabaşıyla yaşadığı dünkü sorunu düşünüyordur.
Yakından baktığınızda düşünceli yüzlerle karşılaşırsınız.
Bu yüzlerin omuzlarında yakalar vardır görmediğimiz, kimi mavi kimi beyaz…
Ama daha mühimi her birinin omzunu ağırlaştıran yükleri olduğunu ancak ailemizden veya yakınımızdan biri her gün o durakta Spil’i seyrederek güne başlıyorsa biliriz.
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Hâlâ kendini kaybettirmese de uzunca bir dönem etkisini gösteren bir soru vardı hayatımızda:
“Boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz?”
En az soru kadar beni öfkelendiren şey, sıkça verilen bir yanıttı:
“Kitap okuyorum.”
Öfkelenirdim, çünkü kitap okumak boş zamanda yapılacak bir eylem değildir. Üstelik bu zamanın boş olduğu anları da merak ediyorum doğrusu. Boş zamanımız var mı gerçekten? Zaman sahip olduğumuz, hükmedebildiğimiz bir şey midir? Boş zaman derken hiçbir şey yapmakla yükümlü olmadığımız zamanlardan bahsediyorsak eğer, böyle zamanlar kaldı mı? Zamanı geri alamıyoruz, ileri atamıyoruz, durduramıyoruz, Bergson’un tanımıyla “süre”nin içinde akıp gidiyoruz aslında. Dışına çıkamıyoruz, yakalayamıyoruz. “Zamanı yönetmeye”, “zamanı kontrol etmeye” çalışıyoruz. Sonra an geliyor, “hiçbir şeye yetişemiyoruz.”
Sonra da “boş” bir zamandan söz ediyoruz. Bizim kontrolümüz dışında akıp giden bir şeyde boşluk yaratabilir miyiz?
İletişim: engintopuz@engintopuz.com
Telif Hakkı © 2019 Engin Topuz - Tüm Hakları Saklıdır.